Bu fotoğraf, sulu dere mevkiinde çekilmiş olup aşağıdaki yazı için kullanılmıştır.
Değişim üzerine
Bir ormanın içindeydim. Şiddetli esen rüzgar kara bulutları üzerime toplamaya başlayınca yaklaşık bir saat önceki yakıcı güneşten eser kalmamıştı. Birkaç gündür yollardaydım. Sırt çantamda karnımı tok tutacak kadar konserve ve yağmur yağdığında üzerime sereceğim fakat işe yarayıp yaramayacağından şüpheli olduğum bir bez parçasından başka bir şey yoktu.
Yaklaşık bir saat önce kitap okurken beni rahatsız eden yakıcı güneşten kaçmak için ormanın derinliklerine girmiş, rüzgardan etkilenmemek için de bir yarın içine atmıştım kendimi. Üzerimde toplanan bulutlara bakılırsa sonumun pek parlak görünmediği aşikar idi. Fakat buna rağmen hiçbir önlem almamış, bir de üstüne sırf rüzgar yemeyim diye yağmur yağdığında muhtemelen bir dereye dönüşecek olan yarın içine girmiştim. Tüm bunları yapmamın tek nedeni ise sonuna geldiğim kitabı bir an önce bitirmek gibi saçma bir istekten ibaretti…
Kitabın bitmesine on sayfa kaldığında yağmur hafif hafif çiselemeye başladı. Yine yerimden kalkmadım. Sayfalar giderek nemlenirken, ben inadına ıslanan harfleri çözümlemeye çalışıyordum. Kısacası doğanın uyarılarına kulak asmıyor, bir yerde ona meydan okuyordum.
Son beş sayfa kaldığında nerden geldiğini bilmediğim bir içgüdü ile hemen yerimden kalktım ve çantamdaki bez parçasını çıkartıp yarın biraz daha yukarısındaki çam ağacının dallarına serdim. Çantam ve kitabımla birlikte bezin altına girdiğim anda çiseleyen yağmur, sanki bir an önce içeri girmemi beklemiş ve bu sabırsız bekleyişe oldukça sinirlenmiş gibi kusmaya başladı tüm öfkesini. O an beni koruyan tek şey olan üzerimdeki bez parçasının üzerine düşen öfkeli taneciklerin titreşimlerini hissediyordum…
Uzunca bir bekleyişin ardından yağmurun öfkesi dinmiş, ağaç dallarından düşen damlacıklar son can suyunu da köklere ulaştırmak için yarışmaya başlamışlardı. Bu sırada etraf berraklaşmış, kuşlar yeniden melodilerini söylemeye daha bir şevkle başlamışlardı.
Doğanın kendini yenileyip temizlediği, neşelendiği, canına can kattığı bu anda bense yorgun ve halsiz düşmüş; üzerimdeki bu nemli ağırlıktan bıkkınlık duymaya başlamıştım. Etraftaki kuşlara, ağaçlara ve tüm diğer canlı varlıklara –hatta cansızlara bile- bakılırsa o an oradaki tek mutsuz varlık bendim.
Önce bunaltıyor diyerek güneşten kaçmış; sonra güneşi kapatıp havayı serinleten, bulutları getiren rüzgardan rahatsız olarak bir yarın içine girmiştim. Rüzgar işini bitirip su damlalarını başımın üzerine kadar getirdiğinde ise yağmurdan kaçmak için yardan çıkıp bir ağacın dallarına serdiğim bez parçasının altına gizlenmiştim. Sonrasında ise saatlerce yağmurun durmasını beklemekten bıkmış ve etraftaki nemin yüzüme vurmasını memnuniyetsizlikle karşılamıştım. Kısacası bir doğasever olmama rağmen doğanın canına can kattığı bu eşsiz döngüye ayak uyduramamış ve halsiz düşmüştüm. Dahası doğa benim memnuniyetim için elinden geleni yapmış, kendini ona göre değiştirmiş fakat bir türlü yaranamamış; hem bu duruma hem de benim tedbirsizce meydan okuyuşuma sinirlenerek bana hak ettiğim dersi vermişti.
O an aklıma bilinçsiz çevrecilerin simgesi olarak gördüğüm genç kız aklıma geldi. Mini eteği ve göğüs dekoltesi ile kendisine seksi bir görünüm kazandıran bu kızımız “küresel ısınmaya artık bir dur densin, ama penguencikler de kutuplarda üşümesin istiyorum” diyordu. Peki doğanın bana sunduğu ne güneşten, ne gölgeden ne de yağmurdan memnun olamamış bir ademoğlu olarak benim bu seksi ve aptal kızdan ne farkım vardı?
Kim ne kadar itiraz ederse etsin; hepimiz böyleyiz… Birer insan olarak doyumsuzluğumuzu “hırs” denen o engellenemez dürtü ile doyurmaya çalışmaktan başka bir şey yapamıyoruz. Çünkü o kadar yeteneksiz varlıklarız aslında. Heyhat! Bunu bir türlü kabullenemiyoruz…
Bu yeteneksizliğimize kayıtsız kalamayan doğa ise aslında her seferinde bir şans daha verip bize göre değiştirmeye çalışıyor kendini. Fakat hırsımızın esaretinde öylesine hızlı bir değişim içine girmişiz ki bize yetişemiyor. Hal böyle olunca da ya yok oluyor, ya da öfkelenip hiddetlenerek fırtınalar kopartıyor, depremlerle nice medeniyetleri yerle yeksan ediyor, bugün bile akıllanmayıp doldurduğumuz sahillerdeki evleri, insanları sularıyla boğuyor…
Bizlere değişimin tek değişmezlik olduğunu anlatan Herakleitos’un o meşhur “aynı derede iki defa yıkanılmaz” sözünü günümüz için ele aldığımızda çok daha farklı bir şekilde yorumlanması gerektiğini düşünüyorum. Evet, aynı derede iki defa yıkanılmayacağı doğrudur. Ancak bu durum günümüzde deredeki suyun hızla akıp gitmesinden kaynaklanmamaktadır. Zira insan zaten bu suyu önüne setler çekerek durdurmak başarısına (?) erişmiştir. Olayı esas gerçekleştirense şudur: Artık günümüzde suyun akış hızından bile daha hızlı değişen insanın, aynı suda tekrar yıkanması mümkün değildir. Yani suyun aynı olması mümkündür ancak, yıkanan insanın aynı olması imkansızdır…
Yavuz Ergun
www.dogaicinpedalla.com
www.pedalsesi.org