YAZAR: KONUK YAZARLAR , SAYI EKİM \'14
KATEGORİ
Kaynak :
http://www.acikbilim.com/2014/10/dosyalar/karadenizin-cokusu.html
AÇIK BİLİM
Giriş
İnsanoğlu tarih
boyunca yaşamını sürdürebilmesini sağlayacak kaynakları içinde yaşadığı
çevreden elde etti. Yiyeceğini, giyeceğini, barınağını, enerjisini ve diğer tüm
maddi ihtiyaçlarını bu çevreden sağladı. Fakat insanoğlunun yapmayı
beceremediği şey çevreden talep ettikleri ve taleplerinin çevre üzerindeki
baskısını dengeleyememekti. Karalarda bu dengesizliğe çok önceden sebep olan
insanoğlu son 200 yıldır yoğun bir şekilde bu dengesizliği okyanus ve denizlere
de taşıdı.
Bir bakıma ıssız
çöllere benzeyen okyanusların aksine iç denizler, mercan kayalıkları ve
haliçler dünyanın en çok biyolojik çeşitliliğe sahip alanlarındandır. Örneğin
ülkemizde tüketilen balığın %90ının geldiği Karadeniz dünyanın en çok
biyolojik üretim yapan denizlerinden bir tanesidir [1].
İnsanlık Tarihi Boyunca Karadeniz
Çevrenin
anlamlanması ve insan için önem kazanması için insanın o çevreyle bir ilişkiye
girmesi gerekir. Anadolu medeniyetleri tarihine bakıldığında daha çok Orta
Anadoluda medeniyet kurmuş Hititler için denizlerin önemi pek yoktu; ne deniz
ticareti, ne deniz taşımacılığı, ne donanma, ne de balıkçılık Hitit günlük
yaşamında önemli bir yer tutmaktaydı. Hitit dilinde deniz anlamına gelen aruna
sözcüğü aynı zamanda göl dâhil tüm su birikintileri için kullanılırdı.
Hititlerin denizle tek ilişkileri Kizzuwatna (bugünkü Çukurova) ve Doğu Akdeniz
üzerinden oldu. Fakat burada da denizle uğraşan sadece Hitit tebaası olan yerli
halktı [2].
Hititlerin sonu,
deniz kavimleri diye adlandırdıkları, denizden gelen tehlikeler sonucunda
geldi. Karadenizden ilk defa bu deniz kavimlerinden biri olan Helenlerin
gelmesinden sonra bahsedilmeye başlandı. Antik yazarların çoğu tarafından
Karadeniz manasında kullanılan Pontos kelimesini antik kaynaklarda ilk
Homeros dile getirmişti. Fakat Homerosun eserlerinde Karadenizden nasıl
bahsettiğini bilmiyoruz. Homeros Pontos kelimesini büyük ve geniş deniz ya da
kendi başına deniz anlamında kullanmıştır. Pontos Hellen
kökenli bir kelime değildir. Karadeniz havzasında yaşayan Thrakia ya da Armenia dillerinden Helenceye uyarlandığı ve pont- ya da bent- kökünden
türetildiği düşünülmektedir. Yol ya da geçiş yeri olabilir ve Latince pons (köprü) ile aynı kökten gelmektedir [3].
Antik kaynaklarda
Pontos olarak geçen Karadenizin adı Truva Savaşından sonra Helenlerin bu
denize yapmış oldukları seferler ve bu denizle olan ilişkileri nedeniyle
değişti. Karadenizin güçlü akıntıları, sisleri, fırtınaları, limanlarının
azlığı, kıyı boyunca ikamet eden kabilelerin düşmanlığı nedeniyle birçok Helen
denizcinin telef olduğu bilinmektedir [4]. Helen
denizciler bu acı tecrübelerinden dolayı Karadenize Aksenos
Pontos, yani misafir sevmez deniz adını verdiler. Bu acı
tecrübelerden ders alan Helenler Akdenizde kullandıkları otuz kürekli (triakonteres)
teknelerin yerine Karadenizde daha güvenle seyahat etmelerini sağlayacak elli
kürekli (pentekontores)
tekneleri geliştirdiler. Artık Karadenize açılıp, koloniler kurabilir ve
Karadenizin sağladığı zenginlikleri değerlendirebilirlerdi. İlk işleri tarım,
maden, balıkçılık ve ticaret amaçlı koloniler kurmak oldu. Helenler Karadeniz
sahilleri boyunca Herakleia Pontike (Karadeniz Ereğlisi), Sinope, Amisos
(Samsun), Kotyora (Ordu), Kerasos (Giresun) ve Trapezus gibi ticaret kolonileri
kurdular. Ardından Karadenizden akdarı, kurutulmuş balık, kereste, demir,
gümüş ve altını Akdenize taşımaya başladılar. Karadeniz ile ilişkilerindeki bu
değişiklik denizin adını da değiştirdi. Misafir sevmez deniz Helen
kolonilerinin kurulmasından sonra Euksenos Pontos,
yani misafir sever deniz halini aldı. Strabon da dâhil birçok yazar
Karadenizden Euksenos diye
bahseder [5].
Karadeniz
kıyılarının ne kadar verimli ve zengin olduğunu anlatan en eski kaynaklardan
biri coğrafyanın babası Strabonun Geographika adlı eseridir. Strabon eserinde, en
iyi cins şimşir ağacının Amastris (Amasra) topraklarında yetiştiğini yazar [6]. Sinopun hem doğa, hem insanlar
tarafından çok güzel bir şekilde süslendiğini, Sinopluların balıkçılıkta
ikinci, Byzantionluların ise üçüncü olduğunu, Sinoptan batıya doğru uzanan
kıyı boyunca içerilerde gemi yapımı için olağanüstü elverişli ve kolaylıkla
ihraç edilebilen kereste bulunduğundan, masa yapmak için gerekli tahtanın bu
ağaçlardan elde edildiğinden bahseder [7]. Bugün
Termenin bulunduğu Yeşilırmak Deltası için ise şunları yazar:
Bu kadar bol
sulanmasından dolayı burada bir kere dahi kıtlık olmamıştır ve dağların
eteğinde o kadar çok kendi kendine yetişen meyveler, yani üzüm, armut, elma ve
fındık vardır ki, senenin herhangi bir gününde bir kimse bol miktarda meyve
bulabilir. Meyveler bazen ağaçlardan sarkarlar ve bazen de düşmüş yaprakların
altında ve üstünde bulunurlar ve bu suretle pek çoğu korunmuş olur; ayrıca, iyi
gıda bulabildiklerinden her çeşit vahşi hayvan avı da boldur [8].
Zamanla Pontos
ismi bazen denizi, bazen sahil kesimini, bazen de Anadolunun kuzeyindeki
bölgeyi tanımlamak için kullanılır hale gelmiştir. Helen ve Latin yazarları
tarafından Pontoslu, Pontosa ait (Pontikos) şeklinde sıfatlaştırarak
kullanılmaya başlanmıştır [9]. Bugün
coğrafi bölge adlarından, bitki türlerine, insanlardan şehirlere birçok
nesnenin adı bu şekilde kullanılmaktadır.
Doğu Roma
kaynaklarında Karadenize genellikle sadece Pontos denmektedir.
Romadan alıp dillerine uyarlayan Araplar ise Karadenize Bahr-i
Buntus demişlerdir.
Türklerin Anadoluya gelmesiyle beraber Karadeniz ile olan ilişkiler yeniden
değişmiştir. Türklere büyük ve kara bir su kütlesinden çok fazla bir şey ifade
etmemiş olacak ki bu deniz Türkler tarafından Karadeniz olarak
adlandırılmıştır. Her ne kadar bazı kaynaklarda Trabzon
Denizi ya
daKonstantinopolis Denizi gibi kullanımlar olsa da Selçuklu ve
Osmanlı kaynaklarında Karadeniz adı yaygın şekilde kullanılmıştır [10].
Çöküşe doğru
İnsanların çevreye
etkisi 19. ve 20. yüzyıllara kadar oldukça sınırlı kaldı. Bunun temel nedeni
henüz fosil yakıtlar kullanılamadığından sisteme giren enerjinin çok düşük
düzeylerde olmasıydı. Sanayi devrimi, makineleşme ve fosil yakıtların her
alanda kullanılmaya başlamasıyla beraber insanların çevreyi değiştirme gücü
arttı. Bu değiştirme maalesef hep doğanın aleyhinde oldu. Bugün Karadeniz
kıyıları boyunca 16 milyon insan yaşıyor. Yılda 4 milyon turist Karadeniz
sahillerini ziyaret ediyor ve nüfusu arttırıyor. Bugün Türkiye dışında tüm
Karadeniz ülkelerinde nüfus düşüş eğiliminde [11]. Fakat
Karadeniz havzasını etkileyen insan sayısı bu kadarla kalmıyor. Çünkü
Karadenizin su toplama havzası yüzölçümünün 5 katı büyüklüğünde olup [12] bugün yaklaşık 165 milyon kişi
Karadenizi etkiliyor [13]. Bu
nedenle Karadeniz çok büyük bir alanda gerçekleştirilen insan faaliyetlerinin
ciddi baskısı altında. Karadeniz ekosisteminin sağlığı kıyı bölgelerden olduğu
kadar iç bölgelerden de aynı derecede etkilenir [14]. M.Ö. 4. yüzyılda Aristonun bin bir
türlü deniz canlısını görebileceğiniz çok bereketli bir deniz [15]diye
tanımladığı Karadeniz ekosisteminin çöküşü 20. yüzyıl başlarında başlayıp,
yüzyılın ikinci yarısında korkunç boyutlara ulaştı.
Kirlilik
Doğada her madde
çeşitli şekillere girer, çeşitli canlılar tarafından kullanılır, fakat hiçbir
safhada sistem dışına atılamaz. Dünyada olan dünyada kalır. 1960lı yıllarda tüm
dünyada tarım alanlarında yaygın şekilde kullanılan ve DDT adı verilen kimyasal
zehrin kutuplardaki penguenlerin dokularında bile çıkması bu durumun en
düşündürücü örneğiydi. İnsan nüfusunun artmasıyla birlikte besin üretimi arttı.
İnsanlar kırsalda yaşarken ve şehirlerin nüfusu günümüzdeki kadar kalabalık
olmadığı zamanlarda tüm besleyici maddeler topraktan bitkiye, bitkiden insana
geçer, sonra tekrar toprağa dönerdi. Büyük şehirlerin kurulmasıyla birlikte bu
döngü bozuldu. Bu besleyici maddelerin başında fosfat geliyordu. Çok fazla
besin üretimi zorunluluğu yüzünden çiftçiler kimyasal gübreler kullanmaya
başladı. Ayrışıp toprağa dönmesi gereken bitki ve hayvan artıkları uzaklardaki
çöplüklere, insan artıkları ise kanalizasyonlara gitmeye başladı. Kimyasal
gübrelerin sular yoluyla tarım alanlarından yıkanıp nehirlere karışması ve kanalizasyon
atıklarının iyice tasfiye edilememesi sonucu göllerde ve denizlerde fosfat
kirliliği oluşmaya başladı[16].
Fosfat kirliliği, bilimsel adıyla ötrofikasyon, göl ve denizlerde bitkilerin
aşırı derecede çoğalmasına neden olur. Bitkilerin aşırı şekilde çoğalması ise
zincirleme bir şekilde suda bulunan oksijenin tükenmesine, oksijenin tükenmesi
ise bu sularda bulunan balık ve omurgasızların ölümüne sebebiyet verdi.
Bugün Karadenize
kıyısı olan 6 ülkeden beşi Doğu Bloğu üyesiydi. Sovyetler Birliği 1929 İlk Beş
Yıllık Kalkınma Planında Bozkırlarımız bin yıllık bakir topraklarımızı
sabanlarımız ve traktörlerimizle parçaladığımızda bizim olacaktır diyordu. İlk
olarak Ukrayna bozkırları parçalandı. 1930lardan sonra her iki yılda bir kum
fırtınaları çıktı. Hatta bazı kentler 17 kez kum fırtınası geçirdi. Ukraynada
tarımsal faaliyetler nedeniyle erozyon korkunç boyutlara ulaştı [17].
Ukrayna tarımsal üretimin en fazla yapıldığı ve dolayısıyla da tarım
kimyasallarının en fazla kullanıldığı ülkelerden biriydi. Dinyeper ve
Dinyester, bu tarımsal atıkları Karadenize taşıyan en büyük nehirlerden
ikisiydi. 1996 yılında hazırlanan Karadeniz Sınır Ötesi Teşhis Analiz Raporuna
göre Karadenizdeki kirliliğin %70ine kıyı ülkelerinin, %30una ise
Karadenize dökülen nehir havzalarında bulunan ülkelerin neden olduğu ortaya
çıktı. Tuna Havzası Çevre Programı kapsamında yapılan çalışmalar Karadenizde
oluşan kirliliğin yarısının tarımsal faaliyetlerin yarattığı atıklar nedeniyle
oluştuğunu ortaya koydu. Kirliliğin dörtte birinin nedeni ise sanayi
atıklarıydı. [18].
Sovyetler
Birliğinde 1930lar sonunda başlayan büyük sanayileşme hamlesi büyük çevresel
sorunlara yol açmıştı. Bu kirliliğin boyutları ancak Glasnost döneminde halka
açıklanabildi. SSCB Bilimler Akademisi 1989 yılında ülkenin, 50 milyondan fazla
insanının yaşadığı %16lık bölümünde büyük sınai ve kimyasal kirliliğin
yaşandığını ve buranın ekolojik felaket bölgesi olduğunu açıkladı. Sovyetler
Birliğinde üretilen sanayi atıklarının dörtte üçü hiçbir işlemden geçirilmeden
nehirlere boşaltılıyordu. Bu korkunç kirlilik Sovyetler Birliğinde üretilen
sütün tahminen %42sinin içinde zararlı maddeler bulunmasına dahi neden oldu [19].
Karadenizdeki
toplam kirliliğin kalan dörtte biri ise evsel atıklar ve arıtılmadan denize
bırakılan kanalizasyonlar yüzünden olmaktadır [20]. Bugün
Türkiye hariç Karadeniz havzasındaki tüm ülkelerde nüfus yoğunluğu azalmakta,
fakat Türkiyede Karadeniz sahili boyunca hem nüfus, hem de şehirleşme
artmaktadır. Bu da güney sahilleri boyunca Karadenizin üzerindeki evsel atık
baskısını arttırmaktadır. Gün geçtikçe evsel kullanım nedeniyle daha çok
kanalizasyon, atık su, kimyasal kirletici Karadeniz suyuna karışmaktadır.
Aşırı Avlanma
Karadeniz
ekosisteminin çöküşüne giden yolda ötrofikasyon ilk, aşırı avlanma ise ikinci
nedendi [21]. 1950-1970
yılları arasında Karadeniz ekosisteminde besin zincirinin tepesinde bulunan
torik (Sarda sadra),
Karadeniz orkinosu (Scomber
scombrus), orkinos (Thunnus
thynnus) ve kılıçbalığı (Xiphaus
gladius) aşırı derecede avlandı [22].
Yunusların sayısı balıkçı ağlarına takılma, kasten balıkçılar tarafından
öldürülme, kıyı ekosistemlerinin yok olması ve kirlilik nedeniyle yarım milyon
civarına kadar düştü. Akdeniz fokunun Karadenizde nesli tamamen tükendi [23].Besin
zincirinin tepesindeki büyük balık ve memelilerin ortadan kalkmasıyla bu
canlıların besini olan ve planktonla beslenen balıkların sayısında 1970li
yıllarda büyük bir patlama yaşandı. Planktonla beslenen balık artışı 1973ten
itibaren plankton sayısında büyük bir azalmaya neden oldu [24].
Çünkü balık sayısı o kadar arttı ki Karadenizdeki plankton miktarı bu
balıkları beslemeye yetmedi. Planktonla beslenen bu yüzey balıklarındaki artış
bu sefer başta hamsi olmak üzere Karadenizde aşırı avlanmayı tetikledi. 1970
ve 80li yıllarda trol balıkçılığı o kadar arttı ki 1990ların başında
Karadenizde balık stokları tamamen çöktü [25]. 1960 ve 1970lerde gübre niyetine çay
bahçelerine bolca atılan hamsinin fiyatı artık hep yükselecekti.
Yabancı Türler
Antik dönemde
Karadeniz ulaşım, ticaret ve balıkçılık için oldukça önemli bir iç denizdi.
Dinyeper ve Tuna ağızlarından Ege Denizine götürülen tuzlanmış ya da güneşte
kurutulmuş balık Ege çanak çömleği ve testileriyle değiş tokuş yapılıyordu [26].
Helenler buğday, kurutulmuş balık, kereste, demir, gümüş ve altınını
Karadenizden Akdeniz havzasına taşıyorlardı. [27]. Günümüzde
bu taşımacılık ve deniz ticareti tıpkı antik dönemde olduğu gibi İstanbul ve
Çanakkale boğazları aracılığıyla devam ediyor. Fakat artık en çok taşınan ürün
ham petrol.
Karadenize
yabancı türler bu petrol tankerlerinin balast (dengeleme) suları ile geliyor.
Dünyanın başka denizlerinde, başka okyanuslarında balast tanklarını dolduran bu
tankerler suyla birlikte birçok deniz canlısını da depolarına alıyorlar.
Karadenize geldiklerinde balast tanklarını boşaltan bu tankerler başka
denizlerden getirdiği birçok yabancı türü de Karadenizin sularına bırakmış
oluyor.
Karadenize 1982
yılında geldiği tahmin edilen ve bilimsel adı Mnemiopsis leidyi olan
egzotik denizanası türü planktonla beslenen küçük yüzey balıklarıyla rekabete
girdi. 1990 yılına gelindiğinde bu denizanası türünün popülâsyonu çok büyük
sayılara ulaştı. 1 m3 deniz
suyunda yaklaşık 1 kg denizanası bulunur hale geldi. Hamsi gibi küçük yüzey balıklarıyla
aynı besini paylaştığı için hamsiye galip geldi ve 1990ların başında tıpkı
1970lerin başındaki gibi balık stoklarında bir çöküş daha gerçekleşti [28].
Besin zincirinin tepesindeki büyük Karadeniz balıklarından sonra zincirde orta
seviyelerde bulunan küçük yüzey balıkları da yok olmaya başladı.
Yeni Bilinmezler: Hidroelektrik Santralleri ve Barajlar
Karadeniz
ekosisteminin çöküşüne giden yolda eski Sovyetler Birliği ve Orta Avrupa
ülkeleri üzerlerine düşen görevleri fazlasıyla yerine getirmiş gibi görünüyor.
Başta tarımsal kirlilik sonucu ötrofikasyon, sanayi atıkları nedeniyle zehirli
kimyasalların Karadenizi kirletmesi ve Türkiyenin de dâhil olduğu aşırı
avlanma sonucu Karadeniz ekosistemi geri dönüşsüz bir şekilde yok oluşa doğru
gidiyor. Türkiye ise bunlardan ders çıkarmak yerine yeni yöntemlerle
Karadenizin yok oluşuna büyük katkı koyma yolunda ilerliyor.
Son 11 yıldır
başta Doğu Karadeniz Bölgesi olmak üzere tüm vadi, nehir ve dereler üzerinde
hidroelektrik santral (HES) ve baraj yapım çılgınlığı yaşanıyor. Bu çılgınlık,
sadece 376 km uzunluğundaki Çoruh nehri üzerine 9 baraj inşa edecek boyutlara
kadar ulaştı. Bilim insanları ve çevreciler bugüne kadar bu baraj ve HESlerin
kara ekosistemleri üzerinde yaptıkları daha öncelikli etkilerine dikkat çekmeye
çalıştı. Fakat üzerlerine baraj ve HES yapılan bu dere ve nehirlerin
döküldükleri deniz ekosistemlerine çok önemli etkileri de mevcut. Şüphesiz
bilimsel araştırmalar yapmadan bu etkiler hakkında kesin konuşmak mümkün değil.
Ama neden olabilecekleri potansiyel sorunları kestirmek çok da zor değil.
Dünyamızda su
döngüsü oldukça basittir. Deniz ve okyanuslarda buharlaşan su yükselir.
Rüzgârlarla birlikte karalara taşınır. Yüksek dağlara çarpan su buharı
yoğunlaşıp kar ve yağmur olarak yeryüzüne düşer. Bu kar ve yağmur suları önce
derecikleri, sonra derecikler dereleri ve en sonunda dereler nehirleri
oluşturur. Nehirler eninde sonunda bir deniz veya göl havzasına ya da okyanusa
dökülür. Ve döngü en başından tekrar başlar. Barajlar ise nehirler üzerine
yapılan su engelleridir. Suların denizlere ulaşmasını engeller. Yani su döngüsü
baraj göllerinde bozulur. Yine denizlerde yaşayan ve üremek için nehirlere
giren birçok balık türü bu barajlar ve HESler nedeniyle üreme alanlarına
erişemez ve yok olurlar.
Baraj gövdeleri
sadece su tutmaz. Su ile birlikte tonlarca metreküp kum, çakıl, mil, balçık,
mineral ve bizim çamur olarak gördüğümüz, fakat deniz ve okyanuslardaki
canlılar için besin anlamına gelen tortuları da tutar. Bu malzemeler denize
ulaşamadığı için birçok deniz canlısı besinsiz kalır. Diğer bir etkisi ise
kıyıya malzeme ulaşmadığı için dalgaların kıyıları daha hızlı aşındırmasıdır.
Türkiye, 1992
yılında Romanyada imzalanan Bükreş Konvansiyonuna taraf oldu. Bu
konvansiyonun 6. Maddesinde konvansiyona imza koyan ülkelerden kıyı kesimlerde
Karadeniz ekosistemini etkileyecek, doğal kaynakların tüketilmesi ve sömürülmesine
neden olabilecek faaliyetlerin engellenmesi, azaltılması ve kontrol edilmesi
istenmektedir [29]. Fakat
Türkiye, özellikle son 11 yılda bölgedeki tüm yol, baraj ve HES inşaatları
faaliyetleriyle konvansiyonda yapmayı taahhüt ettiği şeylerin tam aksini
yapmaktadır. Sadece Türkiye değil, maalesef diğer Karadeniz ülkeleri de
taahhütlerini yerine getiremediğinden bugün Karadeniz dünyanın en hızlı
kirlenen denizi haline gelmiştir.
Nükleer Tehdit
Karadeniz havzası
1986 yılında dünyanın en büyük nükleer kazasını tecrübe etti. Ukraynada
bulunan Çernobil Nükleer Santralinin reaktörlerinde meydana gelen patlama
insanlık tarihinin en büyük kazalarından birine neden oldu. Ortaya çıkan
radyoaktif parça bulutları İskandinavya ve Avrupaya kadar yayıldı. 220 köy
terk edildi, 600 kasaba ve köy temizlendi. 150.000den fazla insan bölgeden
tahliye edildi. En az 100.000 Sovyet vatandaşının sağlığı bu kazadan ciddi
şekilde etkilendi. Kaza gerçekleştiğinde bilim insanları Karadeniz havzasında
kanser vakalarının artacağı ve Batı Avrupada en az 20.000 kişinin kanser
nedeniyle öleceği tahmininde bulundu [30].
Çernobilde olan
bir nükleer santralde kaza olması durumunda neden olabileceği yıkımlar.
Türkiye, biri MersinAkkuyu, diğeri Sinopa yapmayı planladığı iki nükleer
santralle bu riskleri çoktan kabul etmişe benziyor. Fakat nükleer santraller
doğru düzgün çalışırken de felaketlere neden olur.
Karadeniz
doğasının en bakir alanlarından biri olan Sinopa yapılacak olan nükleer
santralin reaktörlerini soğutması için deniz suyuna ihtiyacı var. Karadenizde
yüzey suyu derinlerdeki sulardan daha soğuk, daha az yoğun ve daha az tuzludur.
Çünkü derinlerdeki sulara Akdenizden gelen sıcak, yoğun ve tuzlu sular
karışır. Karadeniz dünyanın en büyük anoksik-sülfür içeren su kütlesidir.
Yüzeydeki yaklaşık %10luk kısımda bulunan su hacmen aşağıdaki %90lık kısım ile
kesinlikle karışmaz, oksijeni tamamen atmosferden ya da Karadenizin yüzeyine
olan nehir akıntılarından alır. Bu nedenle Karadeniz aynı zamanda dünyanın en
büyük meromiktik (dipteki suları asla yüzeydeki sularıyla karışmayan) su
kütlesi özelliğini taşır [31].
Karadenizde yakalanan balıkların neredeyse tamamı yüzey balıklarıdır.
Sinopa yapılacak
bu nükleer santral daha soğuk olan Karadeniz yüzey suyunu ısıtacak. Nükleer santraller
reaktörlerini soğutmak için en yakın su kütlesinden borularla su emer, reaktörü
soğuttuktan sonra sıcaklığı artmış bu suyu tekrar aldıkları yere bırakır. Bir
nükleer santral soğutma için günde ortalama 1,4 trilyon, yılda ise 513 trilyon
litre su kullanır. ABDdeki nükleer santrallerin kullanmış olduğu su miktarı
tüm dünyadaki sulama suyu miktarından fazladır [33].
Nükleer santraller sadece soğutma suyu aldıkları su kütlesinin sıcaklığını
arttırmazlar. Su alma boruları, suyla birlikte başta balıklar ve omurgasızlar
olmak üzere birçok su canlısını da emer. Dolayısıyla bu emme ve sonrasında
soğutma sonucu bu canlılar haşlanır ve denize geri bırakılır. Yavru balıklar,
balık yumurtaları, larvalar ve diğer organizmalar çok küçük olduklarından emme
esnasında bunları süzmek mümkün olmaz. Dolayısıyla Sinoptaki nükleer
santraller reaktörlerini soğuturken tıpkı tüm nükleer santrallerde olduğu gibi
balık yumurtasından larvasına, balık yavrularından yetişkin balıklara, minicik
fotosentez yapan organizmalardan balık, karides, yengeç, balık ve memelilere
varana kadar tüm Karadeniz ekosistemini etkileyecek [34].
Nükleer
santrallerin yaratacağı en büyük problemlerinden bir diğeri ise nükleer
atıklar. Nükleer atıklardan kurtulmanın güvenli bir yolu halen bilinmemektedir.
Reaktör çekirdekleri on binlerce yıl radyoaktivitesini koruyabilir. Bugün bu
çok tehlikeli nükleer atıklar nasıl ve nerede yok edileceklerine dair zor
siyasi kararları beklerken halen yer üstündeki nükleer alanlarda saklanmakta ve
insan sağlığı ve çevre için büyük tehlike arz etmeye devam etmektedirler [35].
Sonuç
İnsanlık tarihi
boyunca insanlar çevre baskılarına yenik düşmüş, ama bu toplumların yaşadığı
gerileme ve çöküş genellikle çok uzun sürmüştür. Örneğin bu süreç
Mezopotamyada yaklaşık 1000 yılda gerçekleşmişti. Bu nedenle bu süreci yaşayan
nesiller toplumların uzun vadeli bir çöküş yaşadığının farkına varmamıştır [36].
Ulaşım ve iletişim kaynakları çok sınırlı olan ve bizden 5000 yıl önce yaşayan
Mezopotamyalıların çöküşü fark edememesi çok normaldi.
Dünya tarihinde
çok daha hızlı çöküşler de gerçekleşti. Bunun en bilineni Paskalya Adası idi.
Paskalya halkı Güney Amerikanın batı sahiline 4300 km, en yakın insan
yerleşimi Pitcarin Adasına 2300 km mesafede olan Paskalya Adasına gelebilecek
teknolojiye ve oryantasyon bilgisine sahipti. Ahu dedikleri taş heykelleri yapacak ve bu
heykelleri herhangi bir evcil taşıt hayvanının olmadığı adada adanın bir
ucundan diğerine getirecek birikime de sahipti. Hatta rongorongo denilen ve
bugün hale çözülemeyen sembollerden oluşan bir alfabeleri bile vardı. Fakat
1722 yılında adaya ilk Avrupalılar ayak bastığında bitki örtüsü açısından
çırılçıplak olan adada oldukça ilkel şartlarda yaşayan, protein ihtiyaçlarını
karşılamak için yamyamlık yapan insanlarla karşılaştılar. Daha sonra 1877
yılında adada kalan 110 yaşlı ve çocuk dışında Perulular tüm Paskalya halkını
köleleştirip götürdüler. Bugün Paskalya halkı tamamen ortadan kalkmış durumda.
Arkeologların yapmış olduğu çalışmalar Paskalya Adası uygarlığının çevresel nedenlerle
nasıl yok olduğunun hikâyesini ortaya çıkardı. Bilim insanlarının yapmış olduğu
polen analizleri M.S. 4 yüzyılda adaya ilk insan yerleşimleri başladığında
adanın büyük ormanlar da dâhil yoğun bitki örtüsü ile kaplı olduğunu ortaya
çıkardı. Adada insan nüfusu arttıkça tarım alanı açmak, ısınma ve yemek
pişirmek için yakıt sağlamak, ev aletleri, direkler ve sazdan ev yapımı için
malzeme elde etmek ve balık avlayabilmek için tekne yapmak amacıyla ağaçlar
kesilmeye başladı. Adanın öteki tarafında bulunan Rana Raraku taş ocağındaki
heykeller ise ağaç gövdelerinden yapılan kızaklarla adanın diğer ucuna
taşınıyordu. Bu yoğun ağaç katliamı Paskalya uygarlığının da sonu oldu. Önce
ağaçtan ev yapamaz hale geldiler ve mağaralara taşındılar. Sonra ağaçsız toprak
örtüsü yağmur ve rüzgârın etkisiyle erozyona uğradı, tarımsal açıdan verimsiz
hale geldi. Ağaç olmadığı için tekne yapımı da son buldu, dolayısıyla
balıkçılık da sona erdi. Üstelik balık ağlarını kâğıt dutu adı verilen bir
ağacın kabuğundan yapıyorlardı. Bu kabuk aynı zamanda Paskalya insanlarının
giyim kuşamı için kumaş yapımında da kullanılıyordu. Rana Raraku taş ocağında
yapımları yarıda kaldığı için duran 6 metrelik taş heykeller çöküşün simgeleri
olarak bugün halen durmakta [37].
Mezopotamya ve
Paskalya örneğinde olduğu gibi çöküş uzun yıllara yayılmış olabiliyor. Fakat
bugün değişimin ve yok oluşun hızı o kadar korkunç boyutlara ulaştı ki bir
nesil bile bu yok oluşa tanık olabilmekte. 40 yıl önce gübre niyetine çay
tarlalarına hamsi atan insanla bugün mevsiminde kilosuna 7-10 lira para verip
hamsi satın alan insan aynı insan. Karadenizde bugün artık yakalanması
imkânsıza yakın toriklerin, orkinosların, kılıç balıklarının tutulduğunu gören,
bilen insanlar halen hayatta.
Devletler nezdinde
bu kötü gidişe bir dur diyebilmek ancak 1992 yılında imzalan Bükreş
Konvansiyonu ile mümkün oldu. Fakat alınan kararlara ve son 22 senede ne kadar
uygulandığına baktığımızda tablo gerçekten korkunç. Türkiyenin son 11 yıldaki
doğa koruma karnesi oldukça kötü ve inşaat çılgınlığı nedeniyle her geçen gün
daha da kötüye gidiyor. Biyolojik çeşitliliğin ve habitatların korunmasında tüm
dünyada Türkiye 163 ülke arasında 140. sırada[38]. Sovyetler Birliğinin çökmesinden sonra eski
Sovyet ülkelerinde sanayilerin de çöküşüyle Karadenizin kirlilik durumunda
görece bir iyileşme oldu. Fakat bugün başta Ukraynadaki siyasi belirsizlikler
olmak üzere Karadeniz ülkelerinde siyasi ve ekonomik istikrarsızlık çevre
konusunun ele alınmasını zorlaştırıyor.
Bu kadar
olumsuzluğa ve kötü gidişe rağmen vazgeçmeyenler de var. 2011 yılında yapılan
bir ankete göre çevre sorunlarını sorun olarak gören insanların oranının sadece
%1,3 olduğu [39] Türkiyede bazı sivil toplum
kuruluşları Karadenizdeki çöküşe dikkat çekmek için uğraşıyor. Seninki kaç
cm? kampanyası ile Greenpeace Akdeniz Türk halkında ülkemiz denizlerinde yok
olan balık stoklarıyla ilgili farkındalık yaratmaya çalışıyor. Samsun Doğa ve
Yaban Hayatı Koruma Derneğinin yürüttüğü, Avrupa Birliği tarafından
desteklenen Temiz Nehirler Temiz Deniz Projesi Türkiye, Bulgaristan, Romanya,
Moldova ve Gürcistandan sivil toplum kuruluşlarını bir araya getiriyor.
Projenin amaçlarından biri kamuoyu oluşturup Karadenizin korunması için
hükümetlere Bükreş ve İstanbul sözleşmelerinde taahhüt etmiş oldukları
sorumlulukları hatırlatmak ve gereğinin yapılması için çalışmak.
Başta son 200 yıl
olmak üzere tarih boyunca süren insan eylemleri, biz çağdaş toplumları
neredeyse artık baş edemeyeceğimiz zor bir sürü sorunla karşı karşıya bıraktı.
Fakat biz bu sorunların nedenleriyle birlikte artık farkında olabilecek bilgi
ve teknolojiye ulaştık. Bu çöküşe dur deme kararını alıp harekete geçecek
miyiz, yoksa çöküş sona erene kadar bekleyip tüm ekosistemle beraber biz de yok
olacak mıyız? Son 100 yılda Karadenizin nereden nereye geldiğine bakacak
olursak pek fazla zamanımız yok.